Güncelleme: 26-02-2021 12:33:00   26-02-2021 12:14:00

GDO’lu Dünya

 

GDO’lu Dünya

 

Kissinger, 123 sayfalık raporu başkan G. Ford’a sundu ve yılların getirdiği tecrübesi ile şu sihirli sözü söyledi; “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin10 Aralık 1974, ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger başkanlığında toplanan ABD Ulusal Güvenlik Kurulu ; “Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Güvenliği ve Denizaşırı Çıkarlarına Etkisi” başlıklı sonuç raporunu hazırladı.

 Kissinger da, diğer muadilleri gibi ABD diplomasinin ölünce emekli olacak olan siyasetçilerinden birisi olarak, yaşadığı zaman diliminde ve hala bu gün de, ABD dışişlerinin belirleyicilerinden birisi olmuştu. Aslında Kissinger’in başkana bu tavsiyesi, yüzyıllar önce Dünya’yı dizayn etmek için hayata geçirilmiş bir planın devamı niteliğini taşımaktaydı.

Demokratik seçimler sonucu iktidara 4 yıllığına gelen bir başkan, uzun vadeli planlamalar yapamazdı. Ancak bu planlamanın kendi döneminde uygulayıcısı olmak zorundaydı. Büyük devlet olmanın gereği de buydu. Dünya hegemonyası ABD başkanlarının insiyatifine bırakılacak kadar basit, kısa vadeli bir iş değildi.

Yerel Firavunluktan Küreselliğe

 Endülüs’ün yıkılışı ve Amerika kıtasının keşfi (1492) milat olmuş, coğrafi keşiflerden sonra batılıların karşılaştıkları kıtalar ve ülkelerin doğal kaynakları, bölgesel firavunların iştahını kabartmıştı. Keşfedilen coğrafyalardaki halkların teknik açıdan batıdan daha geri olmaları, onların sömürülerini daha da kolaylaştırıyordu. Bunun için 200 milyon Afrikalı siyahi köleleştirilmek için çıkartıldıkları yollarda ölecek, 140 milyon Kızılderili katledilecek, Avustralya kıtası, Hindistan ve dahi Çin’in doğal kaynakları hesapsızca sömürülecekti.

Tarih boyunca savaş, yıkım, katliam, sömürü yaşanmıştı bu Dünya’da, ancak bunlar o kadar küresel ölçekte ve sistematik değildi. Dini Vatikan’a hapsederek, Hristiyanlığın tanrısını öldürenler, sanki köklerine geri dönmüştü. İnsanlığa ateş vermeyen Tanrı Zeus ve ona kızan oğlu Prometıus gibi Olimpos dağından ateş çalarak, akılları sıra insanlığı ısıtacaklardı. Nitche tanrıyı öldürmüş, Darvin türlerin kökenine ulaşmış, Marks sosyal adaletin nasıl sağlanacağını izah etmiş, Adam Smıth, Weber, Spencer, Matlus, Keynes gibiler İktisadi sorunları çözmüş, Freud insan psikolojisine vakıf olmuştu. Aslında bütün materyalist idolojiler, “cahiliye aklı”nın küresel versiyonunu oluşturmak için sistematize edebilecek yapıya sahipti. Bu şekilde tanrının işlerine ‘karışmadığı’ bir dünya oluşturabilir, ya da kendi tanrılarını yaratabilirlerdi.

Artık tanrının gömüldüğü Dünya’da, üstün ırklar, aşağı ırkları yok etmeliydi. Çünkü, Darwin’e göre güçlü olan kazanırdı, Hobbes’e göre, İnsan insanın kurduydu. Yeni ideolojilerin kurucuları, Helenistik döneme ait mitolojilerindeki nesnel putları kaldırmış, sistematize ettikleri yeni putları zihinlere inşa etmişti. Yeni bir dünya düzeni kurulmalıydı. Bunu da, Dünya’nın sınırlı kaynaklarını sınırsızca tüketme arzusunda olan “küresel firavunlar” yapacaktı.

 

Firavunluğun tarihi Mısır firavunlarından binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Bu uzun soluklu süreci anlatmayacağız elbet, ancak Firavun zihnini anlayabilmek için zaman zaman tarihsel örneklere atıflarda bulunacağımız da olacak elbette. Firavun zihnin en belirgin tarafı ise, toplumlara yön verebilmek için tanrıdan rol çalmaya çalışmasıdır. Elbette ki akıllı insanları yönetmesi mümkün olmadığı için önce onları; kitleleri nesneleştirmek, tek tipleştirmek gerekmektedir. Çünkü her ne kadar tanrılığa soyunsalar da onlar da eksikliklerinin farkındadırlar.

 

Daha önceki yazılarımızda şeytanın insan bedenine hükmedemeyeceğini, sadece planlama aşamasında, zihnini etki alanına alabileceğinden bahsetmiştik. Burada ise bu şeytani dürtünün somut alem de insanlığa ne gibi felaketler yaşattığını örneklerle inceleyemeye çalışacağız.

 Dünya’nın büyük çoğunluğunun ulaşılabilir olması, sanayi üretimi için de sömürülebilir olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Avın avcıya karşı kendisini savunacak gücü kalmamış, avcıların paylaşım mücadelesine tanık olduğumuz bir zaman dilimine gelinmişti. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk, Büyük Britanya 19.yüzyılın en çok topraklara sahip olan hanedanlığıydı. Bu toprakları elde etmek için diğer rakipleri ile uzun mücadeleler yaşamıştı. Bu mücadeleyi yaptığı topraklardan biri de, farklı renkler ülkesi Hindistan’dı…

İngilizler önce, 17yy. başlarında Portekizlilerin ticari etkinliğini yavaş yavaş azaltmışlar, ardından Fransız sömürgenleri ile mücadele etmişlerdi. 17yy. sonlarında onları da çıkarmış, zaten zayıf düşen  Babürlerle hemen hemen hiç uğraşmamışlardı. 18 yy.’da ise Hindistan’ın en büyük gücü olmuş ve küresel emelleri için halkı kullanmasının önünde hiçbir engel kalmamıştı.  

Dünya’nın her yerinde üretim ve pazar sahibi olan, ekonomi politikalarını planlarken, diğer sömürgeleri ve pazarları da hesaba katmak zorunda olan İngilizler, Hindistanlı köylülerin geleneksel olarak ihtiyacı kadar üretim, takas ve paylaşımını ortadan kaldırmalıydı. Küresel çarka entegre olmadan köylüler ucuz iş gücüne dönüşüp köleleştirilemez, vergiye tabi olamaz, sömürülemezdi. Nitekim öyle de yapıldı.

Kraliçe Victoria(1819-1901)’nın döneminde Britanya’nın küresel çıkarları için, tarım uygulamaları değiştirilen Hint köylülerinin yeni düzene ayak uydurabilmesi tabi ki zaman alacaktı. Geçiş dönemleri sancılı olacaktı.

1878-79 Hindistan Kıtlığına Dair Veriler (milyon kişi)

EYALET

Etkilenen nüfus

Yardım oranları

Ölü sayısı

Madras

19.4

0.8

2.6

Mumbai

10.0

0.3

1.2

Kuzeybatı

18.4

0.06

0.4

Misor

5.1

0.1

0.9

Pencap

3.5

-

1.7

Haydarabat ve orta eyaletler

1.9

0.04

0.3

Toplam

58.3

1.3

7.1

Kaynak; Ira Kleın, “When Raıns Faıled” IEHSR 21:2 (1984) s. 199-209

Yukarıda bu sancılı geçişin bilançosu aktarılmaktadır. Bu tabloda sadece Hindistan’ın durumunu görmekteyiz. Diğer sömürgelerde ise durum pek de farklı değildir. Şimdi gelelim bu kıtlığın kısaca sebeplerine.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, köylülerin üretim ve tüketim alışkanlıkları, ihtiyacı kadar ya da fazlasının takas edildiği, satıldığı minimal ölçekli bir şekilde sürerken, Dünya’nın yeni firavunlarının küresel çıkarlarının gerektirdiği şekle dönüştürülmesi, kıtlıkların ana sebebini oluşturmaktadır. Mıke Davıs’ın “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam” adlı çalışmasında detaylı ve dehşetli bir şekilde ayrıntılarıyla anlatılan bu kıtlık, iklimsel olarak da incelenmiş, sebeplerden birisinin de o yıllardaki kuraklık olduğu tespit edilmiştir. Ancak son kertede kıtlığın, diğer sömürgelerde de olduğu gibi, küresel ölçekli ekonomi politikalarının gereği ucuz işgücünden maksimum fayda sağlama gayreti olduğu vurgulanmaktadır.

Peki İngiltere bu olaylardan ders çıkarmış, ilerleyen yıllarda bunun önüne geçmek için sözüm ona çok değer verdikleri ekonomi kuramcılarının çözümlemelerini devreye sokup, ölümlerin önüne geçmiş midir.? Bunu anlayabilmek için, yaklaşık 20-22 yıl sonrasına gidelim.

The Lancet’ın 1901 araştırmasına göre, Hindistan’da 1890-1900 döneminde gerçekleşen normal dışı ölüm sayısı, iyimser bir tahminle 19 milyon civarındaydı (1901 nüfus sayımı verilerine göre veba kaynaklı ölümler düşüldükten sonra). William Digby’nin, o dönemde İngiliz okurlara anımsattığı üzere, Dünya’nın bir numaralı tıp dergisi sayılan bu yayın tarafından açıklanan rakamlar, Birleşik Krallıkta yaşayanların yarısı kadar büyük bir nüfusun “buhar olması” anlamına gelmektedir.”

Kıtlık kaynaklı bu ölümler 1902 yılına kadar devam ederken, Britanya’da muhtemelen, Hindistan’dan gelen buğday, pamuk gibi hasadın miktarı üzerinde kafa yorulmakta, gelir gider dengesindeki farklar ve verim hesaplanamamaktaydı .  

Peki, tüm bu felaketlerden Britanyalılar’ın çıkardığı ders ne oldu.? En kapsamlı resmi araştırma olarak gösterilebilecek Mumbai Başkanlık Bölgesi Kıtlık Raporu, 1899-1902 normal dışı ölümlerin büyük bölümünün en baştan itibaren yaygın ve karşılıksız yardım yapılmasıyla önlenebileceğini kabul etmekte, ancak bu durumda ortaya çıkabilecek maliyetin, hiçbir ülkenin altından kalkamayacağı ve hiçbir ülkeden istenemeyecek kadar büyük olacağı ısrarla belirtilmektedir (oysa 18. Yüzyılda Moğollar ve Mançu hanedanı bu tip yardımlar yürütmüşlerdir).

 Türklerin Lozan’dan tanıdığı zamanın Hindistan genel valisi George N. Curzon, şu açıklamayı yapmaktadır; “Genel ölüm rakamlarının bu kadar düşük kaldığı, sıkıntının bu kadar yeterli düzeyde, bu kadar hafif yaşandığı bir kıtlık yaşanmamıştır”

Curzon bu kelimeleri mevcut durum ve şartları normal göstermek için mi söylemektedir? Yoksa inandığı bir tür anlayış mı vardı? Bu mesele, yazımızda, materyalist ruhsuz anlayışın insanlığı getirip götüreceği yerin tespitinde bir girizgah niteliğini taşımaktadır.

Malthus’un Ekonomiden Anladığı

18. yy. İngiliz ekonomi teorisyeni Thomas R. Malthus, nüfus ve yiyecek konusunda şöyle bir kuram ortaya atmıştı. Ona göre Dünya nüfusu geometrik olarak artarken, yiyecekler aritmetik olarak artmaktadır. Yani nüfus yiyeceklerden daha hızlı arttığı için, fakirler sistemli bir şekilde daha da fakirleştirilmelidir ki “ölümler” çoğalsın ve nüfus artışının önüne geçilebilsin. Bu yüzden fakirlere yardıma şiddetle karşı çıkmış, ölmelerinin doğal yaşamın gereği olduğunu iddia etmiştir. Üniversitelerimizde hala ekonomide öncü isimlerden olduğu iddiası ile öğretileri kitaplarda okutulan bu zat, acaba kimin çanağından beslenmiş ki bu görüşlere sahip olmuştur.

Hindistan’da sömürgeciliğin ilk yıllarında kraliçe tarafından kurulan East India Company 250 yıla yakın Hindistan’ın insan ve doğa kaynaklarını sömürdü. İşte Malthus’da, bu şirketin finanse ederek kurduğu Halebury Koleji’nde fikirlerini yeşertmiş ve profesörlük ünvanını burada almıştı.

 Bu meseleyi dönemin İngiliz milliyetçisi, sendikacı, siyasetçi, yazar olan H.M. Hyndman’ın sözleriyle noktalayalım.

“Hindistan’da alçakça bir ekonomik felaket hazırladığımızdan eminim. Öyle ki 1847’nin Büyük İrlanda Kıtlığı, bunun yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak.”

Batı merkezci bakışı resmetmeye çalıştığımız bu örnekle, batının az da olsa üretmiş olduğu değerleri yok saymayı amaçlamıyoruz. Temel çıkış noktalarındaki maddeci bakışın insanlığı getirdiği ve götüreceği noktayı anlay(t)abilmek için çaba sarf ediyoruz.

Zihniyet Aynı, Yöntemler Değişti

Örümcek ağı gibi tüm Dünya’yı saran “küresel firavunlar” soykırıma, sömürüye doymuyorlardı. Bunu daha hızlı bir şekilde yapabilmeleri için önlerindeki en büyük engeli kaldırmalıydılar. Zaten siyaseten, iktisaden zayıflattıkları bu engel elbette tarih boyunca batıya insanlığı öğretmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu idi. Yüzlerce yıl doyumsuzluklarının önüne set olan Türkleri de I. Paylaşım savaşında Anadolu’ya hapsedenlerin önünde artık bir engel kalmamıştı. II. Paylaşım savaşıyla da milyonların yok oluşlarını duygusuzca seyreden sömürgenlerin tek amacı insanlığı kontrol altında tutmaktı. Çünkü “Tanrı”lar yönettiklerini kontrol etmeliydi.

Ulaşım, iletişim yolları hızlanıp, Dünya küresel bir köy olma yolunda ilerlerken değişen bilimsel ilerlemeler ile “küresel firavunların yöntemleri de paralel olarak değişiyordu. Malthus’un fakirlere yardım edilmeme düşüncesinin çoktan önüne geçilmiş, sistematik olarak fakirliğin ve ölümlerin kontrolünün elde tutulması hedeflenmişti. Yani artık kimin fakir olacağına, kimlerin açlık çekeceğine ve kimlerin öleceğine onlar karar vermek istiyordu.

Kissenger’in başkana “insanları yönetmek için yiyeceği kontrol etmelisin” tavsiyesi, bu uzun vadeli planlamanın o yıllarda nasıl uygulanacağını tayin etmenin ötesinde, asıl patronun kim olduğunu da hatırlatması anlamına geliyordu. Çünkü o tarihlere gelindiğinde Dünya daha da küçülmüş, insanlık, coğrafi, ekonomik, kültürel, demografik vs. olarak rakamlara indirgenerek, hesaplanabilir argümanlar haline dönüştürülmüştü. Yedikleri, içtikleri, giydikleri, okudukları, seyrettikleri kısacası alışkanlıkları tespit edilip, bu alışkanlıkları yavaş yavaş değiştirilerek, ihtiyaçları küresel sermaye tarafından belirlenen nesneler haline dönüştürülüyordu. Başta ABD vatandaşları olmak üzere, insanların zihinlerini ve bedenlerini kontrol edebilmek için siyasi, ticari entrikalarla, olmadı askeri güçle onlara kendi ürettiklerini dayatıyorlardı.

Yiyeceklerin kontrolü topraktan başlıyordu. Toprağa ekilen tohum tek elde tutulursa,  kontrol daha kolay sağlanacaktı. Bunun için “küresel firavunlar” Norveç Svalbard takım adaları içinde bulunan Spitsbergen Adası’na kaya içerisine 2008 yılında bir “tohum ambarı” inşa ederek 775 bin çeşit tohumu yerleştirdiler. Amaç elbette bu organik tohumları muhafaza etmekti ama kimin için ve ne içindi?

İlginçtir ki kendilerinden korumak için bunu yapıyorlardı. Çünkü, yüzyıllardır insanlığın doğadan tecrübeler edinerek yaptığı geleneksel tarımı bozdular. Çiftçiler her sene hasattan sonra tohumluk ayırır, bir dahaki seneye onunla ekim yapardı. Bunlar ise başta mısır olmak üzere zira-i alanda, insan neslinin devamı için olmazsa olmaz bulabildikleri tüm tohumları topladılar.  Genetik bilimini insanlığın hayrına değil şerri ve yok oluşu için kullanmaktalar. Allah’ın insan vücuduna en uygun şekilde yarattığı tohumların içeriği ile oynayarak  adını “tohum ıslahı” “yeşil devrim” gibi kelimelerle süsleyip kısırlaştırılmış, hibrit, GDO’lu tohumları ülkemizde dahil, tüm dünyaya bin bir entrikalarla dayattılar. Tekellerine aldıkları bu tohumlarla üretilen yiyecekleri, başta kendi toplumları olmak üzere, yıllara yayılacak biçimde yavaş yavaş süsleyerek yaptılar. İnsanları alışkanlıklarını değiştirerek kendi istedikleri gibi alışkanlıklar kazanmalarına sebep oldular.

Böylelikle Kissenger’in dediği gibi, kimin aç kalacağına kimin obez olacağına, kimlerin hasta olup ne ilaçlar kullanacağına onlar karar verecekti. Bütün bunlar sinsice yapıldı ve büyük ölçüde başarılı olundu. Bu konu uzun soluklu bir kitabın konusu olduğu için, ana hatlarıyla meseleyi bağlamaya gayret edeceğiz.

Yüzyıllarca insanlığın zihnini karıştırarak hakikatten uzaklaştıran insi ve cinni şeytanlar, bilgi paylaşımının en üst düzeye çıktığı, insanın tekamülünün son aşamasında, artık insanın bedeni ile alakalı değişimlere de el atmış, buna tohumlardan başlamıştır. “küresel firavunların bu çabalarının sonucu ise, dünyada açlıktan ölenlerin sayısı azalmış, obezite den ölenlerin sayıları artmıştır. İstatistikler göstermektedir ki, dünya’da “açlık” çeken her kişi başına iki “obezite” düşmektedir.

Bunun yanında hastalıkların çok az bir kısmı azalırken, tarihte hiç duyulmadık hastalıklar ortaya çıkmış ve nedense bunların tedavileri de hep “küresel firvunların” ÇUŞ (çok uluslu şirketler)inde bulunmaktadır.

Artık kamuoyunda sıklıkla isimlerinden bahsedilen sayılı aile şirketleri bu işlerde başrol oynamaktadır. Norveç’teki “tohum ambarı” yapımını Bill Gates ve Rockefeller Vakfı desteklemektedir. Bilgiyi elinde bulunduranlar, insanlığa yön verebilecek güce de sahip olmaktadırlar. Onlar, planlamalarını insani tekamüle paralel olarak yapmaktadırlar. Bugün ise hayvan genleriyle oynayanlar artık insan genetiği ile de oynamaya başlamış, Çin’de bunun ilk örnekleri yaşanmaya başlamıştır.

Türkiye toplumu olarak bu gelişmelerin gerisinde kalmamalıyız. Milli birlik ve dini yaşamın teminatı ancak böyle sağlanabilir. Toplumumuzun gereksinimleri minimal düzeyde olduğu için bu gibi geniş çaplı ve organize planlamaları bilmemesi ve kendi günlük sıkıntılarının peşinden gitmesi normaldir. Yine de Türk Toplumu, Dünya meselelerine karşı en duyarlı toplumdur.

 

İslam dünyası dediğimiz dünyanın büyük çoğunluğu bu gelişmelerden habersiz bir şekilde maalesef yaşamlarını sürdürmektedir. Böyle giderse İslam dünyası dediğimiz ülkelerden sadece bir kaçı bunun farkına varacak ve yeni dünya’ya entegre olacaktır. Diğerleri ise ÇUŞ’in bilgisizce köleleri olmaya devam edecektir.

Bir “farkındalık” yaratmaya çalıştık. Eksiklerimiz ve hatalarımız olmuş olabilir. Mesele uzun araştırmaların ve somut verilerin ışığında incelenmesi gereken bir konu olduğu için burada noktalamayı uygun görüyoruz.

Selam ve Dua ile

manset@bursamanset.com.tr

 

  YAZARIN DİĞER YAZILARI
HABER ARŞİVİ
Henüz anket oluşturulmamış.
BİZİ TAKİP EDİN
  • YUKARI