12-02-2021 00:53:00

Boğa’nın Üstünde Yüzen Kız: EUROPA

Avrupa’daki coğrafi keşifler, matbaanın yaygınlaşması, buharlı makina icadı ve ardından gelen sanayi devrimini gerilerden takip eden Osmanlı’da, bilim, teknoloji alanındaki gelişmelerin önündeki engeller tartışılmış, III.Selim ve II.Mahmud’la başlayan modernleşme çalışmaları, birinci ve ikinci meşrutiyet ilanı ile çözüm arayışlarına devam etmiştir. Malumdur ki; Avrupa’da sömürgelerden getirilen hammaddenin işlenmesinin gerekliliği, sanayi devrimlerinin oluşumunda itici güçlerin başında gelmiştir. Batı’nın dünya hakimiyeti ve hala bitmeyen mal hırsı ile uzak coğrafyaları kolonileştirerek zenginlikler elde etmesi karşısında, materyal anlamda gerileyen Osmanlı, bu günün Türkiye’sine evrilmiş ancak, batıyla olan onca kültürel münasebetine rağmen yine de sömürgeci bir yapıya mensup olmamıştır. Selçuklu ve Osmanlı geleneğinde kuruldukları tarihten bu zamana sömürgecilik yerine, fetih ruhu ile hareket edilmesi, maddi kazanımlardan ziyade gönüllerin kazanılması merkeze alınmıştır. Fethettikleri yerlerde yaşayan toplumların din ve vicdan hürriyetlerine karışmasa da Türkler, bin yıldan beri doğu ve batının güç dengelerindeki rekabetin baş atı durumundadır. Bundan dolayı Avrupa, Türk etiketinde İslam’ın temsiline daima husumet beslemektedir.

 

 Dünya’nın en değerli arsasında 1000 yıldır oturmak, üstüne üstlük batı dünyasının kendini nispet ettiği “İsevilik” inanışının yeşerdiği, dallanıp budaklandığı, Antakya, Konya (Iconıa) İznik ve son kale İstanbul (Konstantinopolis) gibi, Hristiyanlığın maddi ve manevi mirasını taşıyan bir yerde bulunmak da, batı dünyasının ayrı bir sorunudur.

 

Hz.Muhammed (a.s) ‘ın tarih sahnesine çıkmasından önce, “bizim coğrafyamıza göre” doğu ve batının son büyük temsilcileri olan Roma İmparatorluğunun mirasçısı Bizans ve Pers İmparatorluğunun mirasçısı Sasaniler arasında da Anadolu toprakları için mücadeleler verilmişti. Müslüman Araplar’ın Sasaniler’i tarihten silmesi ve Bizans’ı dize getirmesiyle Doğu’daki büyük güç artık Arap Müslümanlarının temsiline geçti. Ta ki, Türkler Müslümanlaşarak doğudan akın akın göç etmeye başlayıncaya kadar.

O günün Asya ve Avrupa sınırlarını bu rekabetlerin sonuçları belirlediği için, bu günkü gibi net bir Asya Avrupa sınırından bahsetmek mümkün değildir. Hatta batılılar “Avrupa” ismini bile, Yunan mitolojisine dayandırılan Fenike kralı Agenor’un kızı Eruropa’dan almaktadır. Hikayeye göre tanrılar kralı Zeus, Eropa’yı tavlamak için beyaz bir boğa şeklinde görünür. Europa ile yakınlaşır ve sırtına binen güzeller güzeli ile bu günkü Lübnan civarlarından, Girit adasına kadar yüzer. Orada tekrar Zeus şekline döner ve Europa ile izdivacı sonucu üç çocuğu olur. Bu pencereden bakıldığında sınırların nerede başladığı ve bittiği meselesi, Dünya’nın genelinin bir haritası çıkarıldıktan sonra mevzu bahis olmuştur.

Batı dünyasının asli unsuru olarak kabul edilen Hristiyanlığın doğduğu yerler ve Yunan mitolojisinden kaynaklı kıtaya verilen isim aslında doğu kökenlidir. Bu gün Strazburg’daki Avrupa parlementosu binasının önündeki boğa heykeli ve üzerindeki kız, Yunan’ın Helenistik döneme ait mitolojiyi sembolize etmektedir.

Önce Arap sonra Türk Müslümanların Orta Asya ve Anadolu topraklarında tarih sahnesine çıkışı ile uzun vadede bu topraklardan mahrum kalan batılılar, bin yıldır doğu - batı arasındaki siyasal/ekonomik/kültürel rekabet ve mücadelesini Türklerle ve batılının gözünde İslam’la eş anlamlı olan Türklük’le devam ettirmektedir.

Bu rekabetin askeri/siyasi/ekonomik yönü belli tarihlerle sınırlandırılsa da “kültürel yönü” tarihlere sığamayacak kadar kapsamlı, geniş bir konudur. Biz bu kısa tarihsel girişin ardından, Avrupa özelinde batı ile kültürel münasebetlerimizin günümüzdeki seyrine bir göz atmayı amaçladık. Bir iddiamız olmadığını, bilgi paylaşımı amacı güttüğümüzü belirtmek isteriz. Olayları kronolojik sıraya göre aktarmaya çalışmak yerine, farklı alanlardan örneklerle durumu analiz etmeye çalışacağız.

Malumdur ki savaşlar ve göçler sonrası uluslar, birbiri ile tanıştıklarında, kendi kültürlerinde olmayan bir takım özellikleri karşı tarafta görürler. Bu özellikler önce önyargı ile karşılanır ve kabul edilmez, hatta alay edilir. Zaman içerisinde alay konusu olan bu kültürel öğeler, toplumun bir kesimi tarafından olumlu karşılanır ve benimsenir. Daha sonra tartışılan bu meseleler toplum içerisinde yer ve zemin bulmaya başladığında bir kesim bunu istemese de artık bu etkileşimlerin sonucunda diğer kesim bunları bir yaşam tarzı haline getirmiştir bile.

Daha somut bir şekilde izah edersek, 13. Yüzyıllara kadar Dünya’da güç ve bilginin taşıyıcısı Araplar olduğu için, o günün Avrupalı’sı ister istemez bilimsel isim ve sembolleri (bu gün batının kullandığı rakamlar dahil) Arapça kullanıyordu. Yine aynı yüzyıllarda İslamlaşan Türkler, İran topraklarındaki hakimiyetleri sırasında Fars dilinden ve İslam kültür mirasından etkilenerek, dilsel ve kültürel bir değişimi yaşıyorlardı. Anadolu’ya giriş ile de bambaşka farklı mezhepleri olan Hristiyan Rum kültürüyle karşılaşıldı. Bu sürecin sonunda yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi ulusların yükselişi ve zamanla düşüşü neticesinde Osmanlı’nın sonrası Cumhuriyet Türkiyesi’ne geldiğimizde ise, batının kültürel etkisine geçmiştekinden daha yoğun ve hızlı bir şekilde maruz kaldığımızı gözlemlemekteyiz.

Bu hızlı etkileşimde, matbaanın, sanayi devriminin etkisiyle ortaya çıkan iletişim araçlarının etkisi büyüktür. 200- 250 yıl geriden takip ettiğimiz dönüşümlere ayak uydurmaktaki gecikmelerimiz maalesef cumhuriyet döneminde de devam etti. 4. Sanayi devriminin eşiğine gelindiği şu son demlerde, Batı ile teknolojik anlamda her ne kadar makasın arası kapansa da çeşitli nedenlerle hala batının gerisinde olduğumuz aşikardır.

Bu gün hala bu geriliğin sebepleri tartışılmakta ve genel olarak kategorize edersek, “laik, dindar” olarak nitelendirdiğimiz iki ana gurup arasında devam etmektedir. Elbette kendilerini farklı ifade edenler ve bu gurupların aşırı ya da ılımlıları vardır. Her iki gurup ta da fanatizme varan “jakobenik zihniyetler” olsa da, günümüz şartlarında bunlar marjinalleşme eğilimi göstermektedirler. Ancak bu meselelerdeki ilerlemeler, ifade özgürlüğünün kapsamının coğrafyamız şartlarına uygun bir şekilde dengelenmesi ile mümkündür.

Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra batılılaşma adına, yasama, yürütme ve yargı gibi erklerin tamamının batılı ülkelerin müktesebatından kopyalanması, bu gün bizim gibi kendini dindar olarak niteleyen güruhu derinden etkilemiştir.Çünkü, ölüye yapılan muamele hariç, yaşamın tüm alanlarında İslam hukuku ortadan kaldırılmıştır. Bu da zamanla, devlet politikası olarak topluma dayatılmış, eğitim dahil kurumlar batı standartlarına uygun hale getirilerek yeni kuşaklar geçmişle bağı koparılarak yetiştirilmiştir. Bu konuda merhum Uğur Mumcu’nun Türk vatandaşı tarifi konuyu özetlememizi sağlayacaktır. Kendisinin de bir mizah dergisinden alıntıladığını söylediği şu sözler derdimizi anlatmaya yetecektir.

“Türk vatandaşı kimdir: İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir”.

Kültürel entegrasyon neticesinde toplumlar birbirinden olumlu-olumsuz öğeleri alabilirler. Burada temel belirleyici iki sebepten bahsedebiliriz., “güç ve bilgi”. Gücü elinde bulundurup bilgiden mahrum olanlar, kısa sürede iktidarlarını kaybederler. Çünkü; bilgi en büyük krallıktır. Bilgiyi elinde tutanlar, güçlü olmadıkları zaman yenilseler de uzun vadede düşmanlarını asimile edebilirler. Bilinen dünyanın dörtte üçünü istila eden Moğollar’ın 80 yıl süren iktidarları buna en güzel örnektir. Bu kadar büyük bir coğrafya’yı askeri taktiklerle elde etmelerine rağmen, sahip oldukları toprakların kültürlerinde erimiş ve yok olmuşlardır. Arta kalanlar ise Moğolistan bozkırlarında geneli hala göçebe bir toplum olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Günümüz batı dünyasında ise “bilgi ve kaba güç”ün iktidarı hüküm sürmektedir. Batı dünyası, tanrıdan bağımsız şekilde oluşturdukları ruhsuz idolojilerin temelinde çıkardıkları iki dünya savaşında da “bilgi”yi dünya menfaati elde etmek için kullanmış, Moğolların sömürü ve katliam rekorunu tarihin çöp sepetine atmışlardır. Bu karmaşa içerisinde Osmanlı mirasının üzerine Cumhuriyet Türkiyesi’ni kuran akıl, koşulsuz bir batı hayranlığı temelinde kurumlarını oluşturmuş ve bu temel üzerine binalar yükseltmektedirler. Bu işi başta zihinlerdeki değişimle sağlamaya çalışmış, ancak bunu niteliksel ayırım yaparak değil, taklit düzeyine indirgeyerek yapmışlardır.

Elbette ki o günün şartlarında yapılan devrimler ve eylemlerin gerekçesi olarak, güvenliğin ön planda olması, bir imparatorluğun yıkılmışlığı, savaştan çıkmış olmak ve genç bir cumhuriyetin acilen kurulmasının gerekliliği gibi bir çok sebepler öne sürülebilir, ancak günümüzde artık bu modası geçmiş ruhsuz idolojilerin ürettiği sömürgeci semirgenlerin sistemlerini referans almayı bırakmak zorundayız. Sorunumuz sistemin sadece kendinde değil, ahlakiliğindedir. Ahlak/adalet/merhamet merkezli bir zihin inşa edecek kültürel mirasa sahipken, hala sömürücü gücün etkisinde kurumsallaştırılmış, NATO, BM, IMF vd.. gibi kurumların içinde “mecburen” bulunmakta ve bunlara alternatifler üretememekteyiz. Sadece ABD gizli servisinin finansörlüğünde çalışan yüzlerce “tıng teng”e karşın bizde bu tür kurumların sayıları, bulunduğumuz kadim coğrafya’ya rağmen elliyi geçmemektedir. Bunların çoğu da 2000’li yıllarda kurulmuştur. Bu da, eğer bir aksilik olmazsa, gelecek için umutlu olabilmemizin belki bir göstergesi olabilir.

1940’ların Türkiyesi’ni yönetenlere bir göz atıp, sistemli bir şekilde kurumlarımızın batıya entergrasyonu, hayranlıktan aşka dönüşen batı seviciliğinin, o tarihlerdeki vahim durumuna bakalım.

“ ABD donanmasının Missouri Zırhlısı’nın İstanbul’a gelişi dolayısıyla yapılan tören ve ABD’den alınan 4.5 milyon doların ödenmesi münasebetiyle Başbakan Şükrü Sraçoğlu şunları söylüyordu; Hepimiz inanıyoruz ki biz bu parayı ödemekle, borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya bir de manevi borcumuz vardır ki, onu da, hürriyet, adalet, istiklal ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunarak ödemeye çalışacağız.”

“Aynı günlerde CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver; Dünyaya ışık nereden geliyor. Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor. Amerika’dan geliyor.”

CHP Bursa milletvekili Muhittin Baha Pars’ın söyledikleri ise, bir müridin şeyhini uçurması abartının zirvelerini zorlar cinstendi; “Bu gün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz (önceki başkan) Roosvelt’i ve onun halefi olan (o günün başkanı) Truman’ı hürmetle selamlarım.”

Bu tarihlerde başlayan ABD aşkı, 1947’de IMF, Dünya Bankası anlaşmalarını ve Truman doktrinin kabulünü, 1948 Marshall planı, 1952 NATO üyeliği 1960’da OECD’ ye katılımı sağlamıştır.

 

Bu arada 1949’da ABD hükümeti ile T.C. hükümeti arasında yapılan Eğitim anlaşması asıl konumuzla ilgilidir. Bu anlaşmanın 5. Maddesinin başlangıcı, eğitim alanında Türk zihninin işgalinin nasıl sistemleştirildiğini göstermektedir. Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu isimli madde şöyle başlamaktadır. “Komisyonun dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oylarının eşit olması halinde son kararı komisyon başkanı verecektir.”

Kurumlarımızın değişen ve gelişen Dünya normlarına uyum sağlaması gerekeli ve gayet olağandır ancak, asıl sıkıntı bunun seçicilik ile değil, taklit düzeyinde, hatta bizatihi tamamen onlara teslim edilerek yapılandırılmasınadır. Bu temeller üzerine ne kadar da revizyon yapılsa başarılı olunamamaktadır. Eski elbiseye farklı renkteki kumaşlardan yama yapılması gibi, ne bize benzemekte ne de onlara benzemekte, ne de bizim daha ileriye gitmemize katkı sağlamaktadır. Yıllardır kurumlar üzerinde yapılan değişimler, evrensel değerler adı altında yapılandırılmaya çalışılırken, batı değer(sizlik)lerine olan entegrasyon devamlılığını korumaktadır. Arık bu kumaşın bize uymadığını ve değişimin şart olduğunu anlamaktayız. Bunu değiştirmek için çaba sarfedildiğini de görmekteyiz fakat cahiliye aklının idoolojilerini sistematize edip güzel bir ambalajla pazarlayan batılı elitlerin, doğruları ile yanlışlarının hala ayırt edilemediğini görebilmekteyiz. Bu konuya sayın cumhurbaşkanımızın son konuşmalarından birini aktararak devam etmek istiyorum.

“Eksiklerimizi, varsa yanlışlarımızı konuşmamız, tartışmamız gayet tabiidir. Bunu yaparken hareket noktamız kendi tarihimiz ve kültürümüz değil de, batı dünyası olursa doğru yere varamayız. Dün kadını en bayağısından bir meta gibi kullanan zihniyetin bu gün kadını yine meta anlayışıyla ama bu defa eşitlik ambalajı içinde kullanıyor olması bizim için şaşırtıcı değildir.

 

Asırlar boyunca insanları boyunlarına, ayaklarına, kollarına zincirler vurarak kitleler halinde mal gibi satan ve çalıştıran, bunlar içinde kadın ve çocukları daha da aşağılayan bir dünyanın kodları bize ait değildir.”

Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konuşmasını, geçmişte AB uyum süreci dolayısıyla kabul etmek durumunda kalınan, kültürümüz ve değerlerimize uymayan, aksine aile ve kültürel değerlerimizi aşındırarak, yerine kendi değer(sizlik)lerini dayatmaya çalışanlara karşı, kurumsal bir değişimin sinyali olarak algıladık. On yıllardır, bu toprakların mirasını horlayan, küçümseyen, ne varsa batıda var uyuşturucusuyla sarhoş olmuş güruhun manipülasyonlarının önüne geçilmesinin zamanı gelmiş ve dahi geçmiştir. Bu sarhoşluğun Anadolu insanına vermiş olduğu zarar, fiziksel şiddet unsuru taşıyan terör örgütlerinden daha fazladır. Çünkü; uzun yıllara yayılan planlı ve sistematik bir organizasyonla yapılan bu etkinlikler, toplumları yavaş yavaş dönüştürmekte/değersizleştirmekte/kültürsüzleştirerek kendi değersizliklerini hızla yenilenen iletişim araçlarıyla sağlamaktadır. Bu günümüzün şartları 15 Temmuz ruhu ile birlikte, toplu bir uyanışın miladı olmalıdır. Bu uyanışın devamlılığı ise uzun vadede topyekün bir bilinç inşası ile mümkündür. Bu bilince bir katkı sağlayabilme umuduyla Avrupa ülkelerine ait bazı verileri aktararak yazımıza devam etmeye çalışacağız.

SEKAM (Sosyal ekonomik ve kültürel araştırmalar merkezi) bünyesinde Aile Akademisi’nin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile” adı altında 2014 yılında yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarına bakarak, Avrupa’nın ve Dünya’nın en müreffeh ülkeleri olarak bilinen, gerçekten de istatistiklere göre, eğitim, sağlık, ekonomi, kişi başına düşen milli gelir vs. gibi enlerle anılan İskandinav ülkelerine bir göz atacağız.   

 Norveç’i ele alırsak, 2017 BM Dünya Mutluluk Raporunda 1. Sırada gösteriliyor. Nüfusu yüzölçümüne göre çok az olan (5.3 milyon) bu ülkede kişi başına düşen milli gelir 60.8 bin dolar. Hava kirliliği yok, kamu hizmetleri, eğitim ve sağlık başta olmak üzere bedava. Finlandiya, İzlanda ve İsveç gibi diğer İskandinav ülkelerinin refah düzeyi noktasında Norveç’le ilk sıraları paylaştığını söyleyebiliriz.

Araştırma konusu ülkeler Dünya’ya, eğitim, sağlık, sosyal devlet, eşitlik gibi insani değerlere en çok önem veren ve bütçe ayıran ülkeler olarak örnek gösterilmektedir. Özellikle TCE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği) konusunda, yani kadının erkek karşısındaki dezavantajlı durumu ortadan kaldırmak ve eşitliği sağlamak adına hükümetler ve politikalar üstü bir uygulama alanında örnek ülke konumundaki bu devletlerin hassasiyetinin ne denli olduğunu, SEKAM’ın araştırmasıyla 1. Sırada yer alan İzlanda örneğiyle birlikte görelim.

*Boşanma oranı son 50 yılda binde 0.7’den binde 1.6’ya çıkmıştır.

*Toplumun %32.9’u hiç evlenmemiş veya boşanmış çiftlerden oluşmaktadır.

*1960’da evlilik dışı doğum oranı %25.3 iken 2011’de doğan çocukların %65’i evlilik dışıdır.

*Kadınların %42’si herhangi bir erkekten şiddet görmüştür.

* Tecavüz oranları verilen 50 ülke arasında İzlanda 4. Sıradadır.

Kadın-erkek eşitliği denildiğinde ilk akla gelen ülkelerden birisi olan İsveç’te ise durum şöyle:

*Boşanma oranı son 50 yılda binde 1.2’den binde 2.5’e çıkmıştır.

*2011 yılında yapılan evliliklerin yaklaşık yarısı boşanmayla sonuçlanmıştır.

*Evlenme oranları son 50 yılda binde 6.7’den binde 5’e düşmüştür.

*1960 yılında evlilik dışı doğum oranı %11.3 iken 2011’de doğan çocukların %54.3’ü evlilik dışıdır.

*İsveç’te her yıl 150 bin kadın şiddet görmektedir.

*Kadınların %46’sı herhangi bir erkekten gelen şiddete maruz kalmaktadır.

*Tüm kadınlardan %56’sı cinsel taciz görmüştür.

Ayrıca bu ülkeler, Doğu Avrupa, Rusya, Kore ve Çin’den sonra intihar vakalarının en sık yaşandığı ülkelerdir. Yukarıda zikredilen ülkelerde 100.000 kişi de 20-30 intihar gerçekleşirken, Finlandiya’da 100.000’de 20’dir. İskandinav ülkelerinin genel ortalaması ise, 100.000’de 13.2’dir. 

Bu intiharların nedenlerini ise Dünya sağlık örgütü üç nedene bağlamaktadır.

*Depresyon

*Alkol kullanımı

*Lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve interseks (LGBTI) bireyler.

Görüldüğü üzere, 2014 yılında Dr. Mücahit Gültekin ve Uz. Pisikolog Meryem Şahin öncülüğünde Aile Akademisi tarafından yapılan araştırma gösteriyor ki, batının tüm maddi gelişmişliğine rağmen, nasıl bir ruhsal çöküntü içinde olduğunu ve bu durumu aşikar iken nasıl oluyor da hala referans kaynağı olarak süslü ambalajlarla bize pazarlandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bu araştırma sonuçları vahim tabloyu ortaya koymasının yanında, ülkemizde aile ve kültürümüzü koruma adına çaba sarf eden yapılardan çok, batı emperyalizminin zihinsel sömürüsünü meşrulaştırmaya çalışan STK’ların daha etkin olduğunu da göstermektedir. 

Batının her şeyi kötü değil, bizim de her şeyimiz iyi değildir. Ancak bu ayırımı yapabilecek tarihi/felsefi/ahlaki derinliğe ve donanıma sahip olunmalıdır. Şeytanın çalışma alanı “doğru yol”dur ve etki alanı zihinlerdir. Zihin kontrolü ise algılarla hareket edenlerde etkili olacaktır. Bilgi ve belgelere göre hareket edenlere ise etkisi olamaz. Bir “fasığın haberi”ne dikkat etmemizi ve sorgulamamızı emreden dinin mensupları olarak, hakikati örten(kafir)lerin söz ve öğretilerine itibar ediyorsak, bu sorun onlarda değil bizdedir. Kendini batı ile özdeş kabul eden ve referansı hep batı olanları anlayabilmekteyiz fakat, kendisini dindar kabul eden camiamızın insanlarının bu ayırımı yapmakta yetersiz kaldığını görmek bizleri tarifsiz elemlere düşürmektedir. Bu kanaate varışımızın sebebi ise 2010 yılında başlayan ve günümüze kadar belli aralıklarla yayınlanan, George Washıngton ün. Merkezli, İran asıllı Seceheherazede S. Rahman ve Hossain Askari adlı Müslüman etiketli iki prof.‘ ün yapmış olduğu “Ekonomik İslamilik Endeksi”dir. Bu endeksin 2015’teki İslamilik sıralamasında Hollanda 1. Sırada gösterilirken İsveç 2. Finlandiya ve Norveç 6. Ve 7. Sırada gösterilmiştir. Türkiye ise 2013’te 103. Sırada gösterilirken, 2015’te 65. Sıraya yükseltilmiştir. 

“Ekonomik”adlandırmadan da anlaşılacağı üzere materyalist bakışı merkeze aldığı anlaşılan endeksi, iki Müslüman etiketli ekonomi profesörü hazırlamıştır. Bu iki şahsın uzmanlık alanlarının ekonomi olması ve Müslüman olmalarının dışında, İlahiyat alanındaki yeterliliklerinin ne olduğu bilinmezken, endeksin “İslamilik” ile eklemlenmiş olması sıkıntılı bir durumdur. Endeks, detaylı incelenince ciddi bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır ancak, hangi amaca hizmet ettiği muğlaktır. İslam’ın ekonomi yönü mü referans alınmış yoksa, modern kapitalizmin argümanları islamilik ambalajı ile mi izah edilmeye çalışılmıştır bilemedik ama, batının standartlara hapsederek kategorize etme kolaycılığını burada da görmekteyiz. Çünkü; farklı coğrafya/kültür/jeopolitik konum/ekonomi/etnik yapı/nüfus/tarih/göçler ve savaşların etkilediği ve üstüne üstlük önce işgal edilip, sonra uydu devlet haline dönüştürülerek sömürülen ülkeler nasıl olur da bu endekste sunulan standartlara uyum sağlayabilir.  

Bu endeksi oluşturan S.S. Rahman hala George Washıngton Üniversitesi’nde çalışmaktadır. AB Araştırma Merkezinde GW direktörlüğü, Uluslarası ticaret ve Finansman Birliği yönetim kurulunda görevleri vardır. Bahreyn gibi ülkeler düzeyinde Finans danışmanlığı ve finans tüccarlığı yapmaktadır. Her ikisi de İran doğumlu olan profesörlerden Hussain Askari eğitimini ABD’de almış, Uluslararası Para Fonu (IMF) de iki buçuk yıl icra kurulunda çalışmış, Suudi Arabistan finans bakanına özel danışmanlık yapmış, IMF ile Suud yönetimi arasındaki yakınlaşmada önemli rol oynamış, çalışmaları Ortadoğu ekonomisi, uluslararası ekonomi ve finans, petrol ekonomisi ve yaptırımlar konusunda yoğunlaşmıştır. 

Osmanlı’nın dağılması sonrasında Ortadoğu coğrafyasının hali herkesin malumudur. Buralardaki uyanışı sürekli darbelerle ve batının güdümündeki despot yönetimlerle engelleyenler bu endeks ile nasıl bir manipülasyon yaptıklarını varın siz anlayın. 

 “Şok Doktrini Felaket kapitalizminin yükselişi” adlı kitabın yazarı Kanadalı Naomi Kleın, özelde Chicago ve Berkeley olmak üzere ABD’deki üniversitelerin ekonomi bölümlerinden yetişip uluslararası finans kuruluşlarında görev yapan ekonomistlere “mafya” benzetmesi yapar ve ünlü ABD’li ekonomist Milton Fridman önderliğinde, Şili’de Pinochet, Endonezya’da Suharto ve İran’da Musaddık’ı devirerek, Şah Rıza Pehlevi gibi eli kanlı diktatörlerin iktidarına giden süreçteki rollerini detaylı bir şekilde anlatmaktadır.

Bu konuda ABD’de Dünya Bankası Baş Ekonomistliği yapan Nobel ödüllü Joseph Stiglitz’in Küreselleşme ve Hoşnutsuzlukları, David Korten’in Şirketler Dünya’ya hükmettiği Zaman, Noam Chomsky’nin Hegemonya ya da Hayatta Kalmak gibi kitaplarında da geniş izahatlar bulunabilir. Bunların yanında “Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları” kitabı var ki, bu işin bizzat merkezinde yer almış John Perkins imzalı. Perkins, Şirketokrasi (uluslararası hegomonyal güçler), ekonomi tetikçisi (Uluslarası ekonomi uzmanı isimli finansçılar) ve çakal (saha elemanı, manipülatör ya da suikastçiler) gibi yeni kavramlar ortaya atmıştır. İddialarına karşı eleştirilerde bulunanlara şunları söylemektedir.

“CIA’nın İran’da Musaddık’a darbe tertibi ve büyük petrol kuklası Şah’ın geçirilmesi, Suudi Arabistan para aklama olayı, Ekuador başkanı Jaime Roldos ile, Panama Başkanı Omar Torrijos’un çakallar tarafından öldürülmesi, Amazonda petrol şirketleri ile misyoner gurupları arasındaki ilşkiler…. Zaten kamuoyunda tartışılmaktadır ve bunlara ait kayıtlara ulaşılabilmektedir.

Ekonomik tahminlerin siyasi hedeflere ulaşmak için manipüle edildiğini ve çarpıtıldığını, sözde yardım olgusunun yoksulluğu azaltmaya yönelik fedakarca destekten ziyade büyük şirketlerin bir kar aracı olduğunu, bu tacavüz kabilinden girişimlerin de gizli kalmadığını ve kendisi dışında bir çokları tarafından da belgelendiğini anlatmaktadır. Örnek olarak da yukarıda ismi geçen Dünya Bankası eski baş ekonomisti Joseph Stıglıtz’ın kitabından bir pasajı aktarmaktadır. 

“Stılıgtz, (Tetikçileri kastederek) Hazırlanan programları işler gibi göstermek, rakamları tutturmak için ekonomik tahminlerin ayardan geçmesi gerekir. Bu rakamları kullananların çoğu, sıradan tahminler gibi olmadıklarının farkına varmaz. Söz konusu örneklerde yurt içi milli hasıla tahminleri, sofistike bir istatistik modeline ya da ekonomiyi iyi bilenlerin tahminlerine dayandırılmaz.”IMF programlarının bir parçası olarak üzerinde önceden pazarlık yapılmış rakamlardan öte değildirler.”

 

Sonuç: Amacımız şikayet değil, özeleştiridir. Her Müslümanın kardeşine gördüğü hakikati hatırlatma gayesidir. On yıllardır batı gözlüğü takılan toplumumuzun gözlükleri çıkarmalarına katkı sağlamaktır. Tıpkı yüzyıllardır, Araplaşma’yı Farslaşma’yı İslamlaşma ile karıştıranlara yapılan hatırlatmalarda olduğu gibi. Kültürler arası yakınlaşma, zaten yüzyıllara yayılan bir etkileşim sonucu oluşmakta, toplumlar birbirlerinin iyi ya da kötü taraflarını benimseyebilmektedirler. Yaşadığımız coğrafya’da da tüm araçları ile dominant kültür olan batıdan aldığımız ve alacağımız çok şey vardır. Bu alımlarda seçiciliğin önemini, kültürümüz /ahlakiliğimiz/ aile yapımıza karşı yapılan saldırılara dikkat edilmesi hususunda idrak ettiklerimizi ilan etmeye gayret ettik. 

Şunu da belirtmek gerekir ki, “şeytanın hilesi zayıf” tır, “ bir toplum kendinde olanı değiştirmediği müddetçe, Allah’ta onları değiştirmez” Kur-an ilkelerini de hatırlatmadan edemeyeceğiz. Yani asıl düşman dışarıda değil, tembellik eden zihin ve bedenlerimizdedir. Bu iç sorunlarımızı çözmeden, dış etkilere her an maruz kalabilecek olan bu coğrafyanın insanları olarak çalışmalı ve değer üretebilmeliyiz. Aksi durum zihinsel / fiziksel üreticilerin tüketicisi kalmaya devam eder ve manipülasyona da sürekli maruz kalırız. Doğulu ve batılı şeytanlardan çok, içimizdeki şeytan ile yüzleşebilmek dileğiyle…..

 
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI